7 Haziran 2017 Çarşamba

Wonder Woman: Bir Amazon Meselesi



“Please take my hand. I give it to you as a gesture of friendship and love, and of faith freely given. I give you my hand and welcome you into my dream. Please” -Wonder Woman  #167

Konumuz malum; Wonder Woman. Öncelikle yazının gidişatını söyleyeyim, öncelikle blogumdaki diğer film yazıları gibi genel olarak birkaç şey söyledikten sonra çizgi romana paralel mi konusuna gireceğiz. Daha sonra toparlayacağım ve herkes evlerine dağılacak. Yazının hangi kısmını okumak size kalmış. Ve buraların oldukça fazla miktarda spoiler barındırdığını söylememe bile gerek yok bence. Filmiz izlemediyseniz okumanızı önermem. Öyleyse başlıyorum dın dın dııınnn!

Filme çıktığı gün git gittim ben, ancak –migren atağımdan dolayı- 23.15 seansına gidebildim. Zaten Meydan’da alt yazılı iki seans vardı yamulmuyorsam; biri gündüz –ki o saatte gitseydim bile yer bulabileceğimi sanmıyorum- diğeri de benim gittiğim seanstı işte. Açıkçası ben o saatte, alt yazılı da olmasından mütevellit, pek kalabalık olacağını düşünmüyordum. Çok yanılmışım, beklemediğim bir şekilde doluydu salon. Tabii Batman v Superman gibi tıklım tıkış değildi ancak dediğim gibi beklentimin üzerindeydi. Aferin gençler, böyle filmleri sinemada izlemek gerek. Ayrıca gerekli yerleri de esefle kınıyorum alt yazılı seansını bu kadar kısıtlı tuttukları için. Bir de yanımdaki her halta kahkaha atan ergenler olmasaydı daha da iyi izlerdim. Seks göndermesine kahkaha atan insan kaldı mı yahu? Kalmış işte.



Şimdi gerçekten konumuza giriyorum. Wonder Woman’ı nasıl bilirsiniz? Hani meşhur “Trinity”nin parçası olsa da bu zamana kadar üzerine gerektiği gibi yoğunlaşılmamış kahramanımız. Themyscira’da dünyaya gelen tek çocuk; Themyscira’nın Prensesi: Diana.

İşte filmimiz tam da bu kadını konu alıyor, Themyscira’nın Prensesi’ni tanıyoruz. Diana’nın köken hikâyesini öğreniyoruz, Paradise Island’dan çıkışını ve kendini bulmasına tanıklık ediyoruz. Diana’nın çocukluğundan beri Themyscira’da geçirdiği günleri, yetiştirilme tarzını, Amazon’ların kökenini öğreniyoruz ve bir gün I. Dünya Savaşı sıralarında Steve Trevor’ın Cennet Adası’na düşmesiyle esas hikâyemiz başlıyor. Diana bu denli büyük bir savaşa bir tek Ares’in (evet, savaş tanrısı olan) sebep olabileceğini savunuyor ve Man’s World diye tabir edilen bizim dünyamıza, Ares’i durdurmak için açılıyor.



Filmin ilk yarısının çok çok çooook iyi olduğunu söylemek zorundayım. Themyscira’nın tasviri muhteşem olmuş. Tüm savaşçı Amazon’ları, barış yanlısı olsalar da adanın her yerinde yapılan talimler, tüm o bakış açıları; müthişti ya müthiş! Özellikle burada Diana’nın karakterizasyonunu sevdim, annesi tüm o “eğitim”den uzak tutmaya çalışması ancak Diana’nın yine de bir savaşçı olmak için ısrarı, motivasyonunun verilmesini gayet yerinde buldum. Amazon’lara öğretilenlerin Diana’da sadece bir “öğreti” olarak kalmaması, görev bilincinde sonuna kadar gitmesi ve bu doğrultuda Themyscira’ya –belki de- dönemeyecek olmasına rağmen geri adım atmaması, Diana’nın profilini çok iyi yansıtmış. Çünkü bizim bildiğimiz Wonder Woman savaşmaktan asla geri durmaz.

Ben en çok Themyscira sahnelerine hayran olsam da, Diana’nın no man’s land ilan edilen yerde “eeeh, yeter be” deyip kendini artık tutamadığı sahneye de bayıldım. Bu gerçekten de Diana’dan beklenilen bir hareket J Yine bizim dünyamızda yaşadığı şaşkınlıklarını, gördüğü şeyleri, -her ne kadar kitaplarda okumuş olsa da onu yaşamak farklı bir durum sonuçta- izlemeyi çok keyifli buldum. Kar yağışı, dondurma, bebek bu doğrultuda çok hoş detaylardı. Pek tabii kıyafetler de. Zırhları zaten biliyorduk da, kıııız, kıyafetler ne güzeldi öyle?



Dönem demişken yine yapılan göndermelere (kadınların oy hakkı meselesi vs) bayıldım. Zaten Lunderdoff gerçekte de olan bir generaldi, filme aktarmak oldukça mantıklı olmuş. Savaşın yine önemli insanlarından birinin Dr. Maru olması da tabii ki kaçınılmaz ama hoş bir noktaydı. Savaşı bitirmek için Savaş Tanrı’sını arayan bir kadın ve savaşın seyrini değiştirebilecek çalışmalar yapan başka bir kadın; oldukça şık bir detay.

Ares’in “Sir Patrick” kimliğinde dolaşması da ayrı bir noktaydı. Malumunuz, Aziz Patrick’e bir gönderme olduğunu düşünüyorum ancak çok da teori kasmayacağım bu konuda. Gözüme öyle çaptı açıkçası bir gönderme yahut bir eleştiri olduğuna da emin değilim.

Diana’nın hümanist yanı oldukça iyi konmuş ortaya. Belki izleyen mizantropist arkadaşlar, Diana’nın bu kadar saf bir şekilde hümanist yansıtılmasına kızmış olabilir ancak ben çok beğendim. İnsanın hümanist doğmadığını ancak sıkı bir eğitimden geçmiş bireyin yolunun hümanizmden geçtiği mesajını tartışabilir miyiz burada? Eh pek tabii pek çok mesaj tartışılabilir ancak yazının bu kısmını artık pek de uzatmaya niyetim yok ^^ Diana’nın “inancı”ndan vazgeçmemesi, o saflığı; aradığımız, olması gereken kahraman özelliklerini oldukça doğal bir şekilde aktardıklarını düşünüyorum.



Şimdi “çizgi romana paralel mi?” sorusu pek de yeterli bir soru değil. “Hangi çizgi romana paralel veya değil?” sorusu daha yerinde olacaktır. Themyscira ve Wonder Woman deyince aklıma gelen şeyler belli benim: Tarihte erkekler tarafından öldürülen kadınların Themyscira’da toplanmış olması ve yine ilk öldürülen kadın olan Kraliçe Hippolyta’nın doğmamış bebeğine duyduğu özlemle kilden bir çocuk yapması ve bu bebeğe –Diana işte bildiğimiz- Zeus tarafından can verilmesidir. Orijinal köken hikayesini kabul ediyorum yani ben.

Ancak New52 ile bu köken değiştirildi biliyorsunuz. Diana Zeus’un çocuklarından biri olarak geçiyor ve Hippolyta bunu ona söylememek için kil hikayesini anlatıyor. Daha sonra Diana bunu öğrenince Ada’dan gidiyor, Hippolyta ise Hera ile karşılaşıyordu. Neyse, daha fazla detaya girmeyeyim.

Açıkçası ben hiçbir zaman bu köken hikayesini kabul edemedim, -hele Amazonların denizcileri damızlık olarak kullandıktan sonra onları öldürmeleri ve erkek çocuklarını kabullenmemeleri benim zihnimde WW evreninde oturtabileceğim şeyler değildi- ancak yine de bu hamleyi başarılı bulmuştum. Özellikle Zeus’un kızı olmasıyla yaratılan yeni “tanrı” imajı ve seriye Sandman’vari bir hava katılmasıyla okuması –yukarıda saydıklarımı saymazsam- oldukça keyifli bir hâl almıştı.



Themyscira’nın kökeni ne New52 kökeni, ne de bizim aşina olduğumuz köken; konunun Ares’e bağlanması için değiştirilmiş. Açıkçası ben öldürülen kadınların toplandığı köken hikâyesini hiçbir şeye değişmem – bu yüzden de eski hâlinin kullanılmasını daha çok severdim. Ancak kurguyu böyle bağladıkları için, pek de bir şey diyemiyorum.

Diana ise New52’deki gibi Zeus’un kızı; Hippolyta çizgi romandaki gibi bunu ondan saklıyor, ancak kalan kısım ise bizim Steve Trevor ile aşina olduğumuz gibi. Dolayısıyla eski – yeni karışımı olmuş. Oldukça mantıklı çünkü Diana’nın daha güçlü görülmesi açısından bir Tanrı’nın kızı olması her daim daha fazla tutar. New52’de Diana’yı Antiope değil, War (yani Ares işte) eğitiyordu. Açıkçası bunu değiştirip Antiope yapmaları hoşuma gitti benim.

Yani, eski Wonder Woman çizgi romanları ile yeni hikayelerin karması bir film var karşımızda diyebiliriz.

Aaa, unutmadan! Diana’nın sivilleşmeye çalıştığı sırada gözlük takması oldukça klişe ama çok hoş bir detaydı! Çizgi roman okurları klişeyi sever efem; çizgi romanla ilgisi olmayan insanlara büyük ihtimalle çok sıkıcı gelse de of kors ay layk it! ^^

Tabii 226 elbise ile yapılan bir gönderme de gözlerden kaçmadı: 1987 – 2006 yıllar arası yayımlanan Wonder Woman serisi #226’da son bulmuştu. Bir de dondurma göndermesi vardı ki, epey sırıttırdı beni: Geoff Johns’un yazdığı Justice League (2011) #3’de geçiyordu bu sahne. Ben sırıttım valla.



Değinmek istediğim bir nokta daha var; bir orijin filminin DC film evreninin “son şansı” olduğu gibi bir misyon yüklenmesi. He bir de filmin en iyi DCEU filmi olduğunun iddiası.

Hakiki bir çizgi roman okuyucusunu (olduğumu iddia etmiyorum – daha okunacak tonlarca şey var^^) tatmin etmek zordur. Özellikle en ilginç şeyleri bile merak etmeye başlıyorsunuz bir yerden sonra, mesela “Diana’nın ismi neden Diana?” gibi bir noktaya takılabiliyorsunuz. (çünkü Steve Trevor’ın annesi a.k.a Diana Trevor a.k.a Diana Rockwell) Evet, oldukça zordur çünkü çizgi roman okuyucusu hem edebi olarak hem de görsel olarak beslenir zaten; bu yüzden her türlü uyarlamaya kötü bir şey bulabilir (çoğu zaman kendince haklıdır da), zamanla karakterin kökenine sadık kalması yetmeyebilir ona, çünkü o “sequential art” denen en temel terimi filmlerde arayabilir, hatta büyük ihtimalle bunu yaparken farkında olmaz. Ama filmler de temelde ardışık sanat kavramına uysa da, yıllarını çizgi roman dünyasına vermiş insanlar “panel”in yarattığı etkiyi filmlerde görmek istiyor gibi geliyor artık bana. Bu yüzden Batman v Superman bazılarımıza –well, hi!- bir şaheser gibi gelse de diğerlerine “bu neydi be şimdi?” tepkisini verdirebiliyor.

Bu doğrultuda Batman v Superman –şu anlık- benim en sevdiğim DC filmi. Verdiği o paneller arasında dolaşıyormuşum hissine bayılıyorum ben. Ancak Wonder Woman’ın böyle bir misyonu yok. Hatta tam tersine hedef kitlesi pek de çizgi roman okumayanlar; dolayısıyla potansiyel yeni çizgi roman okurları. Haliyle aslında beklenmesi gereken tek şeyin Diana’nın orijini iyi anlatıp anlatmadığı olmalıydı, ki ben de hem eski hem de yeni okuyucuya yönelik iyi bir köken filmi görüyorum.

Bunlar dışında yukarıda bahsettiğim gibi, DCEU’nun son şansıymış gibi yaftalamalar –üzgünüm ki- bana boş muhabbet gibi geliyor. Orijin filmi bu, karakter tanıtılır, sevilirse üstüne gidilir sevilmezse başka bir yerde imajı tekrar yaratılır ve ya o da yapılmaz. Yani koskocaman evreni asla ama asla tek filme bağlayamayız. “En iyi film” mevzusu da kişiden kişiye değişir; yukarıda da söylediğim benim en sevdiğim Batman v Superman ancak bu başkasına göre Man of Steel de olabilir. Kişinin filmden beklentisine göre değişir yani bu durum.



Toparlayacak olursam artık, Warner Bros. yapılmayan bir şeyi yaptı, (korkmayın burada feminizm manifestosu yazacak değilim^^) kadın bir kahramana yöneldi. Üstelik bunu, sadece bunun arkasına sığınarak üstünkörü bir şekilde yapmadı. Bize iyi bir hikayeyi, iyi bir kurgu ve iyi bir yönetmenlikle verdi, bundan da öte filmin verdiği pek çok mesaj daha şimdiden pek çok kişiye ilham vermiş durumda (hayır gizli romantik falan değilim). Üstelik verdiği mesajları “aha buradayım ben, komple baştan aşağı mesajım, fikir filmiyim abi ben” diyerek yapmadı, iyi bir şekilde harmanlayarak verdi bize.

Şu an yazıyı buraya kadar okuduysanız, tebrikler bin dört yüz küsur kelimelik bir yazıyı okudunuz. Pek tabii filmin kötü yanları vardı, bir bin dört yüz küsur kelimeden fazla da kötülemek için sarf edilebilir. Ama açıkçası hiç canım istemiyor. Wonder Woman gibi bir karakteri beyaz perdede görebildiğim için mutluyum. Tabii ki her zaman daha iyisi yapılabilir. Her zaman çıkılacak bir üst seviye vardır. Umut ediyorum ki, o üst seviyeye de çıkarız da bu filmi kötüleriz. Evet, umarım o günleri de görürüz ^^


Öbür türlü 2011’de yapılmaya çalışılan projemsiyi beklediğimiz günleri hatırlıyorum. Aman iyi ki iptal oldu o iş, epeyce kötü olacaktı çünkü.



Edit: Eşekliğimden okuma listesi eklememişim. Bir kaç kişi nereden başlayalım, okuma sırası nedir diye sorunca ekleyeyim dedim: http://www.cizgikafe.com/1995/03/wonder-woman-okuma-rehberi.html

Share:

2 yorum:

  1. Baya uzun, detaylı ve güzel bir yazı yazmışsınız, ben de ilk yarısına bayıldım sonlara doğru sıkıldım, ama memnun çıkmıştım =D

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Evet ikinci yarı sıkıcıydı biraz daha. Ares'le olan sahneler sıkıntılıydı, gereksiz diyaloglar da vardı. İşte filmin süresini uzun tuttuklarından sanırım, keşke daha kısa tutulsaydı. Ama yine de totalde memnun olduğum bir film oldu benim de ^^

      Sil

Yorumunuzu eksik etmeyin, her biri çok değerli^^